Aşağıdaki alıntı, Şeyh Edebâli’nin Osman Gazi’ye (I. Osman, Osman Gazi, Osman Bey ya da diğer adı ile Osman Han’a) olan nasihatidir.
Şeyh Edebâli’nin Osman Gazi’ye Nasihatı, ünlü Osmanlı tarihçisi Cenabi’nin “Cenabî Tarihi” adıyla da bilinen “el-Hâfilü’l-Vâsıt ve Aylemü’z-Zâhirü’l-Muhît” adlı Arapça eserinin Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlı bir nüshasında mevcuttur. Mustafa Cenabi, 1540-1590 yılları arsında yaşamıştır, ondan önce kimse Edebâli’nin böyle bir vasıyetinden söz etmemiştir.
Şeyh Edebâli, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında yaşamış bir İslam ilahiyatçısı-din bilgini, Ahi şeyhi, Osman Gazi’nin kayınbabası ve hocası ayrıca Osmanlı Devleti’nin fikir babası olarak bilinir. Dedikten sonra gelelim nasihate:
Oğul;
“İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler. Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir. Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür. Hırsımız, bencilliğimiz…”
Mümkün olduğunca bu gibi paylaşımlar yapmaktan uzak duran, bir kalıba sokulmak istemeyen ben, bugün bu duygu ve düşüncelerimi dile getireceğim ki bir nebze de olsa rahatlayayım. Sınıflarıyla, kalıplarıyla, dileyen dilediği gibi düşlesin..
Bazı acılar vardır ki bizzat yaşamasanız da canınızı yakar, hatta bazı acılar vardır ki düşüncesi bile çılgınlıktır. Mesela faili meçhule giden Gaffar Okkan ya da Uğur Mumcu gibi ? veyahut Güneydoğu ‘da şehit olan öğretmenlerimiz gibi ya da Akdeniz’de kıyıya vuran mülteci çocuk gibi ? trajikomik bir şekilde, yeni musibet olan zehirlenmeler ve daha nicesi gibi! ? İşte bunlardan birisi de 2 Temmuz 1993’tür. Acının dili, dini, ırkı, mezhebi olmaz. Acı, acıdır. Hepsi bu, insansanız..
“Esperanto” denilince ilk defa duyan kimilerine sanki bir yer adı gibi geliyor, (bende de böyle olmuştu:) kimilerine ise Italian bir kelime gibi gelirken, bir kısmına da Spanish bir kelime gibi gelen bu isim, aslında yapay ve global bir dilin adıdır. 1887 yılında, Ludwik Lejzer Zamenhof tarafından üretilmiş olan bu yapay dilin amacı, farklı dilleri kullanan insanların iletişimini öğrenilmesi kolay olan bu dil ile kolaylaştırmaktır. Üstelik şu an dünya genelinde en çok tanınan ve kullanılan bir yapay dildir. Dünya genelinde ana dil olarak 2.000.000 ‘a yakın bir kullanıcısı olduğundan bahsediliyor.
Bu tarz konulardan genelde kaçınırım ama bu sefer hakketen sinirlerim bozuldu; geçen haftasonu bir Akbank hesabına havale yapmak amacıyla atm ‘ye gidip kartsız işlemler menüsünden gerekli adımları takip ettim. (Akbank müşterisi değilim.) Bildiğiniz üzere, bu gibi işlemlerin, belli bir ücreti oluyor. Continue reading
İlgili başlıklar aşağıda piramit sıra düzenine göre paylaşılacaktır.
NORMLAR
Anayasa nedir? diyerek başlayalım.
Anayasa, aslında bir sözleşmedir. Egemenlik haklarının kullanım yetkilerinin içeriğindeki haliyle devlete verildiğini belirten toplumsal sözleşmelerdir. Normal Hiyerarşisi’ne göre de diğer bütün hukuki kurallardan üstündür, hiçbir kanun, kişi ya da yapı anayasaya aykırı olamaz.
( Ne güzel değil mi? )
Dünyanın ilk anayasası, 1787 tarihli ABD anayasasıdır.
Çocuklar dünya karşısında yenik büyüyordu. Babalarından başka doğru bilmeden yaşlanıyordu erkekler. Çarşılar evleri çoktan teslim almıştı. Kızlar şarkısını kimseye söyleyemiyordu. Sokaklardan esen güneş değil, geri çekilme duygusuydu. Annelerin sütünde ışık yoktu. Kaba adamların kalın sesi örtmüştü ülkeyi.
Güzellik, insanların gelecek düşlerinden çoktan çıkmıştı. Kimsenin ortak türküsü yoktu ve kimse türküsünü bir başına söyleyemiyordu. Bir yere gitmeden, gelecek birisini bekliyordu herkes. Koro halinde susuluyordu ve yalnızca yüksek sesle konuşanlara inanır olmuştu insanlar. İncelik yalnızlığa dönüşe dönüşe bitmişti. Şiddetin coğrafyasında elbette gökyüzü bir lükstü ve ancak yağmur yağınca anımsanıyordu. Gittiği en büyük uzaklık evinden işi olanlara, ne aşk, ne özgürlük, ne barış anlatılabilirdi. Seni korumak için karşı durdum tüm bunlara. Dünyayı senden geçirerek sevdim. Geri çekilmem yakışmazdı seni sevmeme.
Geçen ay, geçen yıl neler yaptınız ? Peki ya heyecanla beklediğiniz karne günleriniz falan ? Şöyle dönüp bir bakınca her şey nasıl da olup bitivermiş, zaman ne kadar çabuk geçivermiş..
Son bir soru ile makalemize geçiş yapalım; bunca geçen zaman ne kadar faydalı, ne kadar faydasız olmuş size ve/veya dışarıya, mesela bir dikili ağacımız olmuş mu? :)
Cemal Sert ‘in kaleminden yazılan Zaman neden çabuk geçiyor? başlıklı makaleyi sizinle paylaşmak istedim;
Herkesin dilinde aynı şey “Zaman su gibi akıp gidiyor”, “Bu hafta ne çabuk bitti”, “Daha dün gibi tatile gitmiştik” Zaman tamamen algı ile alakalıdır. Göreceli bir kavramdır. Aynı ortamdaki olan insanlar için bile farklı hisler oluşturur. Kendi filmimizi çektiğimizi düşünelim bir filmin çekimleri aslında filmin uzunluğu ile aynımıdır ? Tabi ki hayır, film çekimleri içerisinde gereksiz bulunan öğeler, beğenilmeyen kareler, planlanan sürenin üzerine çıktığı için filmden çıkarılan bölümler de vardır. Bunlar onlarca saat sürsede bunları derlenip toplandığında karşımıza sadece 2 saatlik bir film çıkar. Beynimiz de tam olarak bu şekilde çalışır. Önemli olduğunu hissettiği durumları kaydeder diğerlerini ise filmimizden çıkartır. Böylece arada eksik kalan karelerden dolayı biz filmi daha kısa gibi hissederiz.
Aynı zamanda beynimizi hareket algılayıcısı olan bir kameraya da benzetebiliriz. Hayatımızda hareket ve heyecan yoksa o kısımları kaydetmeyip hafızadan tasarruf sağlar.
Peki beyin bir şeyin önemli olup olmadığına nasıl karar vermekte ?
Türkiye’deki popüler televizyon kanallarında nadiren de olsa samimi bir dizi ortaya çıkıyor ve bu ender dizilerde anlamlı mesajlar görebiliyoruz.. Bu duruma Kardeş Payı Dizisinden güzel bir örnek ve Vecihi HÜRKUŞ animasyonu seyrederken daha önce okumuş olduğum Nazım Hikmet Ran‘nın Yaşama DairŞiiri ‘ni de paylaşacağım ilgi ve beğeni ile okuyacağınızı düşünüyorum.
Vecihi HÜRKUŞ – Kardeş Payı Animasyon
Nazım Hikmet Ran Yaşama Dair Şiiri
yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
1947
diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…
1948
bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
böylesine sevilecek bu dünya
“yaşadım” diyebilmen için…
Şubat 1948
Vecihi HÜRKUŞ – HAYATI
Vecihi Hürkuş Doğum:06 Ocak 1896 / İstanbul Ölüm :16 Temmuz 1969 (73 yaşında) / Ankara Bağlılığı:Osmanlı İmparatorluğu – Türkiye Cumhuriyeti Hizmet :1912-1925 Savaşları/Çatışmaları: Balkan Savaşları / I. Dünya Savaşı / Kurtuluş Savaşı Madalyaları: İstiklal Madalyası Ailesi Eşi: Hadiye Hürkuş
6 Ocak 1896 tarihinde İstanbul’da doğdu. I. Dünya Savaşı’na katıldı. Yaralanınca İstanbul’a dönerek Yeşilköy’deki Tayyare Mektebi’ne girerek pilot olarak mezun oldu. Birinci Dünya Savaşı sırasında pilot brövesi alarak 7. Tayyare Bölüğü’nde Ruslara karşı harekata katılan Vecihi Bey, başarılı keşif ve bombardıman uçuşları yapmış ve bu arada girdiği bir hava muharebesinde bir Rus uçağını indirmiştir. Vecihi Hürkuş, uçak düşüren ilk Türk tayyarecidir.[1]Daha sonra Ruslara esir düşen Vecihi Bey, Hazar Denizi’nde bulunan Nargin Adası’ndan yüzerek İran üzerinden kaçmayı başarmış ve yurda dönerek 1918 yılı yaz başında Yeşilköy’de konuşlanmış bulunan 9. Harp Tayyare Bölüğü’nde görev almıştır.
Bu bölükte görevli iken bir av uçağı tasarımı yapan Vecihi Bey’in bu projesi Mondros Ateşkes Antlaşmasın’ın imzalanması ile yarım kalmıştır. Kurtuluş Savaşı’na katılan Vecihi Bey, özellikle İnönü ve Sakarya savaşı sırasında çok başarılı keşif ve destek uçuşları yaptığı gibi bir Yunan uçağını da indirmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve son uçuşunu yapan pilottur. İzmir (Gaziemir – Seydiköy) hava meydanına ilk giren ve işgal eden kişi olur.
Vecihi Bey’e kırmızı şeritli İstiklal Madalyası verilmiştir. Ayrıca TBMM tarafından üç kez Takdirname verilmiştir. Üç takdirname verilen tek kişidir.
Savaştan sonra İzmir’de yeni tayyarecileri eğitmeye başlar. Edirne’ye yanlışlıkla inen bir yolcu uçağını almakla görevlendirilir. Hizmeti karşılığı uçağa “VECİHİ” adı verilince, uçak inşa etmek düşünceleri canlanır. İzmir Seydiköy Hava Mektebi’nde -bugünkü Gaziemir Hava Teknik Okullar Komutanlığı- uçak yapımı projesine devam eder. 1923’te ganimet olarak Yunanlılardan ele geçen motorlardan yararlanarak ilk Türk uçağını imal eder. 28 Ocak 1925’de “VECİHİ K-VI”adını verdiği uçağını uçurur. Ancak ödül yerine onu ceza beklemektedir. Vecihi Hürkuş’un ödül beklerken ceza almasının nedeni, havacılıktan anlayan kimsenin bulunmamasıydı. İzin verecek merci olmadığı için, izinsiz havalanmış, bu yüzden de cezalandırılmıştır.
Daha sonra askeri havacılıktan ayrılarak uçak tasarımı ve yapımı çalışmalarına devam etmiştir. Havacılığa gönül veren Tayyareci Vecihi Hürkuş da sadece Türk havacılık tarihinin değil, belki de tüm Türkiye tarihinin en ilginç simalarından birisiydi.
1930’da Kadıköy’de bir keresteci dükkânını kiralayarak, 3 ay içinde ilk Türk sivil uçağını, aslında ikinci uçağı VECİHİ XIV’ü inşa etti. İlk uçuşunu 27 Eylül 1930’da Kadıköy Fikirtepe’de büyük bir kalabalık ve basın topluluğu karşısında yapmıştır. Bu uçuştan sonra VECİHİ XIV ile önce Yeşilköy’e, sonra Ankara’ya uçmuştur. Uçabilirlik Sertifikası için İktisat Bakanlığına başvurmuş, 14 Ekim 1930’da “Tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir” cevabını almış. Hürkuş, bunun üzerine bakanlık nezdinde yapılan girişimler sonucu uçağa istenen belgenin alınması amacıyla uçağı sökerek demiryollarından kiraladığı vagonla Çekoslovakya’ya gönderilmesi için müsaade almıştır. Hürkuş, 6 Aralık 1930’da Prag’a geldiğinde henüz tayyare gelmemişti. Tayyareye ait statik raporu gibi resmi evrak önce Çek diline çevrilmiş, uçak gelince tekrar monte edilerek uçağın malzemeleri ve her türlü teknik kontrolü yapıldıktan sonra uçuşu istenmiş. Her türlü uçuş şekilleri ile uçuşun kontrolü tamamlanmıştır.
Hürkuş 23 Nisan 1931’de Çekoslovakyalı yetkililer tarafından civardaki bir gazinoda düzenlenen bir törenle, başköşesinde “Yaşasın Türk Tayyareciliği” yazılı bir pankartla onurlandırılarak uçuş müsaadesini almıştır. 25 Nisan 1931’de Çekoslovakya’dan uçarak Türkiye’ye gelmek için yola çıkıp 5 Mayıs 1931’de Türkiye’ye gelmiştir.
Vecihi Hürkuş, 1931 yılında, TTaC (Türk Tayyare Cemiyeti) yararına Türkiye turu yaptı. Birinci Tur (02.09.1931): Ankara, Kızılcahamam, Gerede, Bolu, Ereğli, Zonguldak, Cide, Sinop, Samsun, Trabzon, Of, Rize, Gümüşhane, Bayburt, Suşehri, Zara, Hafik, Sivas, Şarkışla, Akdağmadeni, Sorgun, Yozgat, Sungurlu, Kalecik, Ankara.
1932’de Vecihi Sivil Tayyare Mektebi isimli ilk Türk Sivil Havacılık Okulu’nu açmıştır. Okulda ilk Türk kadın pilotumuz Bedriye Gökmen ile birlikte 12 pilot yetiştirmiştir. İstanbul Kalamış-Kadıköy’de ilk sivil uçağımız VECİHİ XIV, ilk eğitim ve spor uçağımız VECİHİ XV, 160 beygirlik Mercedes uçak motorlu deniz kızağı VECİHİ SK-X üretilmiştir. Nuri Demirağ, bir tayyare yapımı için 5000 TL vermiş, böylece 1933’te Vecihi Hürkuş tarafından NURİ BEY adı verilen VECİHİ XVI kabin uçağı yapılmıştır. Vecihi Bey zor koşullarda eğitim yaparken bazı kurumların, örneğin TEKEL idaresi’nin ve İŞ BANKASI’nın reklamlarını yapmış, bazı vatansever yetkili kuruluşların da yardımları olmuştur.
1954 yılında ilk sivil havayolu şirketimiz Hürkuş Havayolları’nı kurmuştur.
Türk havacılık tarihinin en üretken ve girişimci kişilerinden olan Vecihi Hürkuş, Ankara’da 16 Temmuz 1969 tarihinde Gülhane Askerî Tıp Akademisi Hastanesi’nde vefat etmiştir.
Dün gece, bir ara kısım kısım seyretmiş olduğum bir belgeselin tek part hali geçti elime, ilgiyle seyrettim ve sizlerle de paylaşmak istedim.
Zeistgeist, genellikle zamanin ruhu /ortak zaman ruhu olarak adlandırılan bir olgu, tanımını iste tr. wikipedia.org şu şekilde ele almış:
Zeitgeist, bir çağın düşünce ve duygu biçimidir. Bu kavram belirli bir dönemin özelliğini göstermekte, daha doğrusu bu özelliği gözümüzde canlandırmayı denemektedir. Almanca bir kelime olan Zeitgeist birçok dilde de aynen kullanılmaktadır.
İçeri oldukça geniş ve biraz sabır gösterdikten sonra neredeyse herkesin sıkılmadan seyredebileceği, üstelik tez canlı davranmadan anlamaya çalışarak yaklaştığı zaman; kendi aklına yatkın bir çok mantıklı fikir bulabileceği hatta etrafındakilerle paylaşmak isteyeceği türden ender bir belgesel..
Tür: Belgesel, Araştırma, Fikir
Süre: 2 saat 4 dakika 3 saniye
İçerik: “Ben kimim?” sorusunu ele alarak kısa bir girişten sonra ekonomi, siyaset, savaşlar, ülkeler, gizli güçler, terör örgütleri, ABD ‘nin gerçek yüzleri, itirafçılar, aşk, yaşam, teknoloji gibi bir çok başlığı barındırıyor bünyesinde.
Bugüne kadar Linux, CentOS, SSH, PHP, MySQL, HTML, CSS, Şiir, Tedaş vs. derken bir çok kategoride paylaşımlar yaptım yalnız bunların %90 ‘ı sadece belirli bir kesime hitap eden paylaşımlardı. Bu yazımda sizlerle paylaşmak istediğim çok daha önemli bir kitleye ve çok daha önemli bir konuya ve projeye değineceğim.
İnternette gezinirken az önce gördüğüm: tebessüm ve mutlulukla incelediğim bir sosyal sorumluluk projesi;
Askıda Ne Var?
Askıda Paylaşmak var!
Aslında bu projeyi anlatmak için kalemimin yeterli kalacağına hiç inanmıyorum bu sebeple; ben naçizane görüşlerimi paylaşıp sizi ilgili sayfaya yönlendirmek istiyorum.
Takvimler 2014 yılının sonuna yaklaştığımızı gösterirken, hala günümüz şartları ve koşullarının yeterli olmadığı bir Türkiye’de yaşıyoruz ve maalesef gençlere özellikle öğrencilere gereken önemin verilmediğini, bu önem verilse dahi ihtiyaç ve koşulların yetersizliği apaçık ortada. Dolayısı ile herkese çok daha fazla görev düşüyor. Siz de yardımcı olabileceğiniz ne varsa elinizi taşın altına koyabilirsiniz, unutmayın bu bir döngüdür!
En azından bu projeyi çevrenizdekilere duyurabilirsiniz.” diyerek bir de ilgili proje sayfasından “Amaç ve Yararları” alıntı yaparak sunalım;
“Amacımız ve Yararları
Türkiye’deki kriz ortamında maddi gelirleri olmayan ve ailelerinin desteğiyle öğrenim hayatına devam eden üniversite öğrencilerine ücretsiz yemek imkânı sunulmasıdır. Öğrencilere yardım etmek isteyen kişi ve kurumların kolayca yardımlarını aktarabilecekleri bir sistemdir. Toplumun unutulmuş gelenek ve göreneklerinin tekrar hatırlanmasını sağlamak, toplumun vicdani değerleri ile üniversite öğrencilerine küçük bir katkıda bulunmaktır.
Günümüzde birçok sosyal yardımlaşma grubu temel ihtiyaçları sahiplerine ulaştırmaya çalıştırmaktadır. Karışık organizasyon yapıları, yeterli şeffaflık ve bilinirlik taşımadığından sosyal yardımlaşma boyutunda yeni bir model gerekliliği ortaya çıkmıştır.
Eski bir ananeyi yaşatmak toplumun tarih ile olan köklerini güçlendirecektir.
Bu organizasyonlar toplum içerisinde farklı gruplar arası müşterekler oluşturmaktadır.
Farklı gelir seviyelerinin birbirinden haberdar olmasını sağlamaktadır.
Sosyal sorumluluk sahibi kişi ve kurumların diledikleri yardımları kolaylıkla yapmasını sağlamaktadır.
Örnek bir medeniyetin gelişimine katkı sağlamaktadır
Gelecek nesillere paylaşımcı bir karakter aşılayacaktır.
Kurumlar ve kişiler üzerlerine düşen sosyal sorumluluklarını gerçekleştirmiş olacaktır.
Hibeyi yapan kurum ya da kişinin sosyal sorumluluğu diğer kurum ya da kişilere örnek olacaktır.”